Müslüman alimlerin küresel krizler karşisindaki sessizliği

Yusuf el-Karadavi’nin ölümü bizi büyük bir alimin yetimleri olarak bıraktı. Karadavi’den bahsettiğimizde kitlelere ulaşmasını bilen ama aynı zamanda da kimseyle tamamen ters düşmeyen bir alim söz konusu. Karadavi’nin ters düştüğü durumlar ise alim olmanın getirdiği sorumlulukla orantılı.

Liderliği gayet belirgin bir kültürel geçmişe uzanmasına rağmen Karadavi küresel bir örnek olmanın üstesinden geliyor ve belki de kendi alanında kitle iletişim araçlarıyla el ele ilerleyen küreselleşmeden yararlanan, aslında görmezden gelinemeyecek ilk kişi olmayı da başarıyor.

Onun hayatı Osmanlı hilafetinin sonuna ve Sünni dünyanın doktrinel liderliğinin parçalandığı, kanlı rejimlere dönüşecek sosyalist görünümlü Arap milliyetçiliğinin ortaya çıktığı ve silahlanmış dini aşırılığın doğduğu bir döneme denk geliyor.

Karadavi’nin tanınırlığının zirvesi aslında kısa süreliğine bütün Arap dünyasında dördüncü bir güç olan ve bölgedeki Amerikan ve onun ileri karakolu İsrail’in egemenliğine zor anlar yaşatan bağımsız Katar televizyonu el Cezire’nin altın çağıyla örtüşüyor. Katar ve el Cezire bu önemli operasyonu gerçekleştirmek için İslam dünyasının en geniş alim ve organik aydın kaynağı Müslüman Kardeşlerin münevverlerinden alabildiğine yararlanıyor. Karadavi’nin ekolü yanlış anlama payı bırakmadığından Karadavi, yüzlerce milyon Müslümana Arap-İslam dünyası ve aynı zamanda bu dünyanın Batı ile zoraki ilişkisi üzerine önemli meselelerle ilgili gayet net bir referans sağlayarak cesurca ve açıkça görevini yerine getirdi.

Afgan savaşına ve sonrasında Bahreyn’deki Suud baskısına verdiği fetvalar gibi bazı sansasyonel hataları dışında Mısırlı alim Filistin direnişinin meşruiyeti konusunda; silahlanmış tekfirciliğin yargısız infazlarına ve zalim Arap rejimlerinin baskılarına karşı duruşunu bozmadı.

Avrupadaki Müslüman azınlıklar

Şeyh Karadavi’nin fıkh’ül akalliyyat (azınlık hukuku)na ciddi bir katkıda bulunarak Batıdaki Müslüman azınlıkların içerisinde bulunduğu durum ve onların ihtiyaçları ile çokça ilgilenmesi bu ölçüdeki Arap bir alim için nadir bir durum. Fetvalarıyla Avrupalı Müslümanların özellikle günlük yaşamda karşılaştığı pek çok meseleyi ele almıştır; öyle ki Karadavi uzun yıllar başkanlığını yaptığı Avrupa Fetva ve Araştırma Konseyi’nin kurucuları arasındadır. Tüm bunlar onu genellikle rejimlerin siyasi iktidarı ile bağlantılı olan ve bu nedenle yararlı ve güvenilir olması için gerekli olan bağımsızlıktan yoksun dini bilginin karanlık gecesinde bir ışık yaptı.

Ancak İslami ilimlerin en önemli dallarına ilişkin bilgi şayet Batı tarihi ve düşüncesi ve Avrupa toplumlarını karakterize eden sosyal dinamiklerin bilgisi bir araya getirilmedikçe Avrupalı Müslümanların duyduğu ihtiyaç için yeterli değildir. Aynı şey arkalarında yüzlerce yıllık bölgesel İslami birikime sahip belirli düzeydeki yerli alimlere güvenilebilmesi farkıyla uzun süren bir İslami geleneğe sahip Arap olmayan tüm Müslüman ülkeler için de söylenebilir.

Özellikle İtalya’da olmak üzere Avrupadaki İslam topluluklarının tarihi oldukça yeni; dolayısıyla 11 Eylül sonrası dönemin getirdiği sarsıcı ve çığır açıcı olabilecek ilk hadise sözde Covid pandemisi adıyla sahneye konuldu.

11 Eylül sonrası ilk büyük sınav: Covid

Sağlıkla ilgili nedenlerden ziyade öngörülen paradigma değişikliğiyle ilgili. Herkes bugün etkisi yoğun olan enerji-ekonomi krizi ve nükleer savaşın eşiğine doğru yarış içerisinde olunması nedeniyle unutmuş görünse de hükümetler vatandaşlarının en temel haklarını çiğneyerek ve totaliter bir çehreye bürünerek iki yıl süresince ulusüstü güçlü özel çıkarların egemen olduğu örgütlerin direktiflerini uyguladılar. Bu durum artık ciddi ve tehlikeli bir sürüklenmeye karşı koyabilecek antikorlara sahip olmayacak sıvıları yeniden keşfeden Batı toplumları için birincil derecede öneme haiz bir sınavdı. 

Aslında ikinci dünya savaşı sonrası toplumun göze çarpan yapılarının; kilisenin, partilerin, sendikaların hayatın korunmasını, Allah tarafından her insana bahşedilen özgürlükle karşı karşıya getiren şantaj karşısında teslim oluşunu gördük.

İnancın başlıca özelliklerinden biri insanı salt maddecilikten ve esaretin menşei olan materyalizmden koruması, hayatı düzenlemesi gereken yüce adalet ilkelerine karşı öne çıkıp hayatın kendisini de şekillendirebilen şirke yönelik sığınak olmasıdır. 

İnanç, kötülüğün yayılmasına karşı daima bir denge unsuru olmuş, bir set oluşturmuştur. Aynı zamanda imanın en üst mertebesi olarak tasvir edilen şehitlik yüce bir amaç uğruna hayatı feda etmektir. Diğer taraftan kilise ve aynı şekilde Müslüman din önderleri ibadet yerlerini kapatacak ve cenaze törenlerini engelleyecek kadar ileri gittiler. 

İlim adamlarının siyasi güce boyun eğdirilmesi

İslam toplumu ve Müslüman din önderlerinin bu sınavda gayet net bir şekilde başarısız olduklarını düşünebiliriz. İslami ilim müesseselerinin siyasi iktidarlara boyun eğdirilmeleri halkın çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin genelindeki yaygın bir hastalıktır, böylelikle Suudi Arabistan’da olduğu gibi rejime ters düşen baskı altındaki alimler idam türünden çok ağır cezalara mahkum olmamak için mevcut rejimin istediği şekilde hareket etmek zorunda kalırlar.

Avrupalı Müslümanlara ve Batıdaki dini referanslara gelince Müslüman topluluklar ve alimler genel olarak göçmen kökenli olduğundan onlarda da Avrupadaki hükümetlere karşı misafir olma algısı ve yirmi yıldır terörizm ile sözde savaşın cadı avının aşıladığı korkudan ötürü aynı boyun eğişin etkilerini gözlemlemek mümkün.

Bu nedenle böylesi bir zorluk karşısında imamlar ve ulusal kuruluşlar sıraya girerek eleştirel olmayan bir tarzda ve doktrinsel baskı uygulayarak hükümetlerin siyasi zorlamalarını meşrulaştırmak için sağlığın ve yurttaşlık duygusunun önemi üzerine kayda değer hiçbir değeri olmayan çağrılar başlattılar.

Münferit istisnalar haricinde dini önderler tarafından Kur’an’ın mesajı ışığında eleştirel bir değerlendirmenin yapılmadığı ve netice itibariyle de yine Müslümanlara yol gösterilmediği; Avrupalı Müslümanların içerisinde bulunduğu yetimlik halinin açıkça ortaya çıktığı oldukça zor bir dönemdi.

Dolayısıyla aynı sorunun iki farklı şekil ve bağlamda ortaya çıktığını gözlemliyoruz: çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde ve Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde. İlk durumda dini otoritelerin genellikle rejimlerin doğrudan uzantıları olup olmamaları, ikincisinde ise cemaat liderlerinin kültürel ve psikolojik boyun eğmesi İslam’ın insanlığa yararlı bir mesaj haline gelmesini engelliyor ve İslam’ı bireysel ahlak alanına indirgiyor.

Bir yandan genellikle kanlı iç savaşlardan ya da Batının savaşlarından kalan parçalanmış topluluklarla yahut tiranlıklarla, düşüncenin, ifadenin köreldiği yerlerle karşılaşıyoruz. Buralardan elde edeceğimiz çok az iyi şey var. Öbür yandan Batı toplumları henüz yeterince gelişmemişler ve temel ihtiyaçlarını karşılamakla meşguller. 

Ukrayna savaşı ve İslami düşüncenin yoksunluğu

Bu yetersizlik ister çalışma ve ekonomi arasındaki büyük uçurum olsun, ister çevre sorunu ya da akışkan cinsiyet saldırısı olsun Batı toplumlarını aşan bütün büyük sorunlar karşısında kendini gösteriyor ve tüm bu meseleler üzerine İslam gerçekten insanlığa fayda sağlayacak şeyler söyleyebilir.

Ukrayna’daki savaş durumu bir istisna değil, Tayvan üzerinden Çin’e yönelik provokasyonları da düşünürsek kendimizi nükleer olma potansiyeline sahip küresel bir savaşın eşiğine doğru ilerlerken buluyoruz. Ancak o kadar ileri gitmeden, birkaç yüz kilometre uzağımızda kurbanların verildiği, ekonomimizi dize getiren bir savaş devam ediyor.

Müslüman alimler genellikle ait oldukları rejimlerin veya kendi siyasi referans alanlarının bağlantılı olduğu Orta Doğu’daki çatışmalara müdahale etmede daha çok gayret gösterebilirler fakat en önemlisi köleleştirilemeyecek, yararlı olacak İslam siyasi düşüncesinin küresel düzeye eriştirilmesidir.

Ukrayna’da cephenin her iki tarafında Müslümanlar da savaşıyor ve ölüyor, Ukrayna İslam toplumu işin içerisinde ve Rus silahlı kuvvetleri büyük bir Müslüman mevcudiyetine sahip, savaşta belirleyici bir rolü olan Çeçenlerden bahsetmeye gerek bile yok. Eğer Kadirov’un müftüsü ve Kiril patriği savaşta taraf ise ve ordular için dua ediyorlarsa savaşa doğrudan müdahil olmayan alimlerden de işin ciddiyetine binaen aynı derecede bir katkı beklenir.

Diğer taraftan bizzat Yusuf el-Karadavi’nin kurduğu ve yıllarca başkanlığını yürüttüğü Uluslararası Müslüman Alimler Birliği’nden genel bir barış çağrısı yapılıyor. Mevcut başkan Ali el-Karadaği ve sekreter Ahmed Reysuni tarafından imzalanan bildiri NATO’nun, Rusya’nın ya da her ikisinin birden genişleme arzusunu genel olarak kınamakla ve taraflara barış çağrısı yapmakla yetiniyor. Sivil halkın acısını dindirmek için insani eylem çağrısında bulunuyor ve son olarak Pakistan ve Türkiye’yi arabulucu rolünü oynamaya davet ediyor.

Yapılanlar, Sünni alimlerin bu kadar önemli dünya birliği ve hedefleri için çok az. Böylesi içler acısı bir manzara karşısında alimlerin olmadığı yerde ancak, fiili taraflar arasında, pozisyonunun gerektirdiği Doğu ile Batı arasında köprü olma vazifesinin yanı sıra kendisini arabuluculuk merkezi olarak konumlandıran Türkiye gibi bir ülkenin bulunmasıyla kendimizi bir nebze de olsa teselli edebiliriz.