İslam’da hastalık ve tedavi mefhumu: bazı ilke ve prensipler

Beden (burada beden ile zihni de kastediyoruz) Yaratıcımızın bizlere bahşettiği, bizim de O’na hesabını vereceğimiz bir emanettir. 

Biz Müslümanlar -hatta yalnızca biz Müslümanlar değil- ona saygı göstermemiz, bütünlüğünü muhafaza etmemiz; aralarında virüslerin de olduğu yaratılmışların şerrinden vücudumuzu korumamız gerekiyor.

Sağlıklı bir akıl bedenimizi korumamız ve O’nun yeryüzündeki halifesi olabilmemiz için Allah’ın bizlere verdiği ilk vasıtadır.  

Hastalık ise kulların hayatta karşılaşmak zorunda kaldıkları ve bu yüzden doğru bir bakış açısıyla yaşanılması gereken, Allah’ın işaretlerinden bir işarettir. Peygamber (s.a.s.) hummaya tutulan bir sahabesini ziyarete giderek ona; “Ateşe bela okuma; zira ateş insanoğlunun günahlarını körüğün demirdeki pası giderdiği gibi giderir.” buyurdu.  Hastalık, cezanın aksine sanıldığından oldukça farklı bir şekilde arınma olarak kabul edilir.

Hasta ve doktorun hastalığa karşı yaklaşımının nasıl olması gerektiği üzerine tam ve doğru şekilde gerçek bir tıp felsefesi belirleyen bazı rivayetler vardır. İslam’ın meseleye temel yaklaşımı hastayı doktor ve ilaç tedavi eder ama yalnız Allah iyileştirir şeklindedir. Bağışıklık sisteminin ana kaynaklarını zayıflatan kaygının olmaması hastanın tepkimelerini iyileştirerek; ağrı verici ve hastanın hareketlerini kısıtlayıcı semptomları da azaltarak hastayı daha huzurlu bir hale getirir. Aynı zamanda doktora ya da tedaviye körü körüne ve mutlak bağımlılığa mani olunarak hastanın iyileşmesini engelleyen ve geciktiren içsel dirençsizliği çözülür.

Birçok rivayette tedavinin Peygamberin (s.a.s.) sünnetindeki yeri açıkça görülmektedir. Abdullah b. Mesud’dan rivayet edilen ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde yer alan bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.s.), “Allah, şifasını vermediği hiçbir hastalığı yaratmamıştır” buyurmuştur.

Tedavi her zaman hastanın eski haline dönmesi ya da sağlık durumunun tamamen düzelmesi anlamına gelmez. Elbette tedavinin amacı hastayı en iyi hale getirebilmek olmalı. Hastanın acılarının dindirilmesi ve rahatsızlığının azaltılması da tedavinin hedeflerindendir ve nihayetinde tedavi gerçekleştirilemediğinde hastalığın sükûnetle kabulü de aslında bir tedavidir.

Bir başka rivayette Allah Resûlü (s.a.s.) bizi hipokondriye (hastalık hastalığına) karşı şöyle uyarıyor: “Temarüz etmeyin (hastaymış gibi davranmayın). Yoksa hasta olursunuz ve ölürsünüz.” Tabii ki hastalığın ilerlemesini önlemek esastır fakat hastalık belirtisi olmadığında dahi olmayan hastalığın ilerlemesini önlemek için -sırf hastalanma ihtimali olduğundan- gerginlik yaşamak hastalığa sebebiyet verecek bir endişe durumunun oluşumuna ortam hazırlar. 

Önleme ile analiz laboratuvarlarını zengin eden sürekli tekrarlanan teşhis edici kontroller, hastaların kanları ve kamu sağlığı değil daha ziyade kişiyi birçok hastalıktan koruyacak ya da o hastalıklarla daha iyi koşullarda karşı karşıya gelinecek psikofiziksel bir denge arayışı, bir yaşam tarzı kastediliyor.

Tedavinin özelliğine gelince Ebû Hureyre’nin rivayet ettiği şu hadis-i şerifi dikkate almamak mümkün değil: Allah Resûlü (s.a.s.) tiksindirici şeylerle (zararlı olabilecek) tedavi etmeyi yasakladı.”  Hipokrat’ın Primum non necere (Önce zarar verme!) ilkesine göre doktor hastalıkların tedavisinde iki temel amaca sahip olmalıdır: önce zarar vermemek; sonra fayda sağlamak.

Ne yazık ki sağlıktan ziyade askeri bir mantıkla zararlı hatta ölümcül yan etkileri de olsa bizden (tedavide) sonuçların kabul edilmesi isteniyor. Şöyle ki bir hücum taburu düşman mevziini ele geçirmeye çalışırken zor bir duruma düştü, bir yandan da üstsubaylar güvenli bir gözlemevinden ilerlemeyi izliyor, düşman mevzilerini ele geçirmek için sık sık topçu ve hava birliği desteği talep ediyorlar. Fakat hücum ve savunma hatları hareket halinde ve birbirlerine çok yakınlar. Bazı obüs ve bombalar düşmandan çok bizimkilerin üzerine düşüyor. Dost ateşi. Tali hasar. Başımız sağolsun diyor kıdemli askerler hatta Genelkurmay…

Bizim insani değer anlayışımız ise böyle değil; bize göre her insan olmazsa olmazdır, kendi bütünlüğü içerisinde korunulması gereken eşsiz bir varlıktır. Ne bedenen ne de ruhen ne feda edilebilir ne de ona zarar verilebilir.

Aşının fiziksel zararlarından ziyade ne kadar saklanılmaya çalışılsa da dünyada -ve özelde İtalya’da- pandemi yönetiminin insanlarda oluşturduğu herkesçe bilinen bireysel ve toplumsal zararları var: kaygı, güvensizlik, virüs korkusu. Kesinlikle kolera ya da hıyarcıklı veba kadar korkutucu olmayan virüs korkusu. Bulaşın ilk günlerinde teşhis edildiğinde asgari düzeyde beceriye sahip doktorlar tarafından dahi tedavi edilebilen sebepsiz bir virüs korkusu…

Anayasanın tanıdığı temel özgürlüklerin; hareket özgürlüğünün, sosyalliğin, kültürün, çalışma ve eğitim hakkının kısıtlanması bu talihsiz yönetimin sonucudur. Köleleştirilmiş otoriteler tarafından bilimsel barbarlıkla uygulanan kısıtlamalar sağlıktan ziyade insanoğlunun ve düşüncenin kontrol edilmesi projesinden başka bir şey değil.

Bizler Yaratıcımıza asi olabilecek kadar özgür yaratılmış iken akıl nimeti ve peygamberler vasıtasıyla bizlere gelen ahlak ilkeleriyle onurlandırıldık. Vahyi açıklayan, maruz kaldıkları hiçbir zulme yüksek bedeller ödemelerine karşın boyun eğmeyen erkek ve kadın Peygamber varisi alimler sahip oldukları özgürlüğün hakkını verdiler. Her zaman Kur’an-ı Kerim’in şu ayetinde bahsi geçenlerden olma niyeti ve temennisi ile…

“Müminlerden bazı kimseler Allah’a verdikleri sözü yerine getirdiler, kimileri onun yolunda can verdiler, kimileri de ecellerini bekliyorlar; (vaadlerini) asla değiştirmediler. (Ahzâb, 33/23)